2. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ ENTRİKALARI
Osmanlı İmparatorluğu’ nun tarihi anlatılırken, genelde üzerinde en çok durulan konu II. Abdülhamit devridir. Dönemin padişahının kaleme aldığı anıları, dönemi görüp de kitap yazanların çokluğu, bazılarının Ulu Hakan, bazılarının Kızıl Sultan dediği II. Abdülhamit’i ve onunla beraber anılan Meşrutiyet dönemini anlamamızı kolaylaştırmakta ve bu dönemi ilgi çekici hale getirmektedir. Buna ters olarak, II. Abdülhamit’ ten öncesi daha çok savaşların yapıldığı ve pek fazla bilgi edinemediğimiz yıllar olarak bilinir.
Günümüzde hâlâ II. Abdülhamit’i konu alan onlarca kitap yayımlanmaktadır. Birçok araştırmacı-yazar, tarihin gömülü sayfalarından gün yüzüne çıkardığı bilgiler ışığında o dönemi aydınlığa kavuşturmaya gayret sarf etmektedir. Dolayısıyla, II. Abdülhamit dönemi insanları cezbetmekte ve araştırmaya itmektedir. Kimbilir, tarihte güneşi görmeyi bekleyen daha nice belgeler vardır!
II. Abdülhamit döneminde meydana gelen olayların çokluğu da insanlarda merak uyandırmaktadır. Bir tarafta Tanzimat’ la gelen Batılılaşma, diğer tarafta Batı’nın parçalamaya ant içtiği bir imparatorluk. Ve dahası: Jön Türkler, İttihat ve Terakki Partisi ve bu partinin meşhur simaları Enver, Talat ve Cemal Paşalar, yükselen milliyetçilik, birinci ve ikinci meşrutiyet, anayasanın kabulü, yükselen Siyonizm, Almanya’nın dünya savaşı çıkarmaya istekli olması vs. Tüm bunlar çok uzak olmayan geçmişimizle yakından ilgilidir. O dönemde kurtlar sofrasının baş müdavimlerinin geleneksel politikaları günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Ortadoğu’ya atılan nifak tohumları bunu ayan beyan göstermektedir.
Aziz hocam, SDÜ’ de öğretim üyesi Önder Saatçi’den bir müddetliğine üç kitap aldım. Bunlardan “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslâm Âlimleri” kitabını sizlerle paylaşmıştım, “Bazı İslâm Âlimlerinden Notlar” adlı yazımda. Diğer kitapların içinden de bazı bölümleri kendi yorumlarımı katarak aktarmıştım. Şimdi uzun süredir aklımı meşgul eden, sınavlardan dolayı yazamadığım bir yazıyı kaleme almak istiyorum. Araştırmacı yazar Süleyman Kocabaş’tan istifade ettiğim bilgilerle hem kendimi hem de sizleri aydınlatmaya çalışacağım.
1876’da meşrutiyet sözü veren II. Abdülhamit, Jön Türklerin isteğiyle ve V. Murat’ın tahttan indirilmesiyle padişahlık koltuğuna oturur. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kanun-i Esasiye’yi ilan eder. Buna binaen, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan açılır. Fakat bir yıl sonra baş gösteren Osmanlı-Rus Savaşı’ndan dolayı meclis lağvedilir ve 1909’a kadarki hâkimiyeti ve çok tartışmalı padişahlık süreci böylece başlar.
İttihat ve Terakki yönetimi, Osmanlı’yı tam tamına otuz üç yıl idare eden II. Abdülhamit’ten devraldığı Osmanlı tahtını, on yıl gibi kısa bir zamanda tepetaklak etmiş ve Kurtuluş Savaşı’ na giden yolun önünü açmıştır. Merak ettiğim konulardan biri, İttihat ve Terakki başa gelmeseydi, Osmanlı İmparatorluğu’nun durumunun nasıl olacağıdır. Çünkü, otuz üç yıl az bir süre değil. Eksisiyle artısıyla çökmekte olan bir imparatorluğu, otuz üç yıl ayakta tutma becerisini gösteren II. Abdülhamit, bana göre, bir otuz üç yıl daha bu ülkeyi taşıyabilirdi. Fakat geçmiş geçmişte kalmıştır. Olmasaydı şöyle olurdu, olsaydı böyle olurdu demek beyhudedir. Olan olmuştur. Bizim burada dikkat etmemiz gereken husus, bir padişahın bir ülkeyi otuz üç yıl idare ettikten sonra, on yıl içerisinde ülkenin dar boğaza sürüklenmesi ve tarih sahnesinden silinip gitmesidir. Biz, bunu araştırarak tarihten ders ve ibret alacağız. Yoksa tarihin o ölmüştür, şu kalmıştır demesinin bize ne faydası olabilir ki? İşte yazar Süleyman Kocabaş bize bu noktada epey aydınlatıcı bilgi sunuyor. Her kitabının arkasında en az beş sayfa kaynakça var. Bu husus, Süleyman Kocabaş’ın araştırmacı bir kişilik olduğunu sezdiriyor. Zaten kitaplarını okuyanlar, yazarın pek fazla yorum yapmadığını hemen müşahede edeceklerdir. Kitabı şu şekilde yayıma hazırlamış yazar: Konuya başlarken genel olarak konunun içeriğine değinmiş; ondan sonra alıntı yaptığı cümleleri tırnak içinde belirtmiş ve tırnağı kapattıktan sonra kısaca kendi yorumlarını katmış. Dolayısıyla yazarın olaylara taraflı baktığı tezini savunamayacağım. Bunun tersini iddia eden olursa, saygı duyarım.
Avrupa’ ya giden Jön Türkler gidip dolaştıkları yerlere hayran kalarak geri döndüler. Osmanlı’nın Avrupa’ya benzemesi gerektiğinde mutabık kaldılar. Bunun akabinde II. Mahmut’tan beri birçok yenilik yapıldı, hem orduda hem de içtimaî hayatta. Bunlardan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp yerine Asakir-i Mahsureyi Muhammediye ordusunun kurulması büyük bir olaydır. Ki o dönemde binlerce Yeniçeri askerinin kılıçtan geçirildiğini yazar kaynaklar. Meselâ, 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edildi. 1856’ da Islahat Fermanı okundu. Gerileme aşamasındaki Osmanlı devleti yavaştan Avrupa’ya ayak uydurmaya çalışıyordu. Ancak bu gidişat “hasta adam” lakabı takılan Osmanlı’nın derdine derman olamıyordu. Çünkü vatan, hürriyet, demokrasi, meşrutiyet sesleri halka yabancı geliyordu ve Osmanlı’yı kurtaracak gerçekçi adımlar değillerdi. Bunlar Batılıların kendi topraklarına münasip kavramlardı, Osmanlı kendi kurtuluşunu kendi içinden bulmalıydı. Nitekim bazı akımlar türedi Osmanlıcılık, Pantürkizm, Panislamizm gibi. Bunların çare etmediği Kurtuluş Harbi yıllarında daha net anlaşılacaktı. Konjonktür, hiç de Osmanlı aydınlarının ümit ettiği şekilde ilerlemiyordu. Bir tarafta Araplar isyan ediyor, diğer tarafta Osmanlı denilen Balkanlar bir bir elden çıkıyordu. Bir bağımsızlık lafı aldı başını gidiyordu. Her devlet Osmanlı’dan kopup bağımsız olma çabasındaydı. Ki Mısır valisi Mehmet Ali Paşa bile parasını yediği devlete kafa tutmuştu. Osmanlı özerk bıraktığı bölgelerden gelen darbelerle şoktaydı. Osmanlı kangren olmuştu. Tehlikeli olan, bu kangrene sağlam çare bulunamamasıydı. Kangren parmaktan ele, elden kola, koldan bütün vücuda yayılmıştı. İttihat ve Terakki’nin hatalarını görmezden gelmek olmazdı. İşte bu hataları değerlendiren Atatürk ve arkadaşları yepyeni bir devlet kurdu. Bu devletin adı, Türkiye Cumhuriyeti’ydi.
Ernest Jackh’ e, İttihat ve Terakki Partisi deneyiminin, Atatürk’ün önünü daha açık görebilmesini sağladığı fikrine katılıyorum. Elbette bu örnekler Atatürk’ü daha başka yönlere sevk etti. Dolayısıyla Atatürk’ü ele alırken, dünyanın gidişatını ve İttihat ve Terakki’nin akımlarını gözden ırak tutmamak lazımdır diye düşünüyorum. II. Abdülhamit otuz üç yıl süren istibdat ( despotluk ) yönetiminde vatan ve hürriyet sevdalılarından yakasını bir türlü kurtaramamıştı. Kendi yönetimine karşı gelenleri sürgün etti. Bu sürgünde onlara büyük meblağ gönderdi.(Kitapta bunlarla ilgili örnekler bulabilirsiniz.) Bu meblağ onların yeme içme masraflarını rahatça karşılıyordu. Ahmet Emin Yalman, sanırım kendisi o dönemin yazarıydı, hürriyet silahı ile ilgili eleştirilerde bulunuyordu. “Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim” adlı eserinde şu cümleleri sarf etmiş:” İstibdat yılları içinde yarını düşünen Türk vatanseverleri hep şu tatlı düşüncenin üzerinde duruyorlardı: Günün birinde hürriyete kavuşacağız. Bu sihirli ilaç her türlü derde deva olacak. Bütün fenalıklar ortadan kalkacak… Ne yazık ki meşrutiyetin ilanından sonra bu güzel rüyaların hiçbiri gerçekleşmedi. Sonra karşımızda yığınlar halinde anarşi, huzursuzluk, fitne, entrika bulduk. Meçhul karanlığa doğru sürüklendik.” İttihat ve Terakki Cemiyeti elbette ki vatanın bekasını, milletin iyiliğini, huzura ermeği istiyordu. Vatanın kötülüğünü istediğini aklımdan bile geçirmiyorum. Ancak, Cemal, Talat, Enver Paşa gibi hayalperest insanların kullandıkları yöntem arızalıydı. Asırlardır dili, dini, ırkı, mezhebi farklı olanların yaşadığı imparatorluğa yanlış bir ilaç verilmişti. Meşrutiyetin bu imparatorluğu parçalayacağını düşünmemişlerdi. Hâlbuki II. Abdülhamit, bunun çoktandır farkındaydı. Abdülhamit’in ” Hatıra Defteri “nde yazılanlar bunu kanıtlamaktadır(s. 61):” Söyledim yine söyleyeceğim, anlattım yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi birçok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrutiyet ülkenin unsur-ı aslisi ( asil sahibi ) için ölümdür. İngiliz parlamentosunda bir Hintli, bir Afrikalı, Mısırlı; Fransız parlamentosunda bir Cezayirli mebus var mıydı ki, Osmanlı parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap mebus bulunmasını istemeye kalkışıyorlar… Hayır! Bunca okumuş, düşünmüş, kendisini davasına vermiş, vatan evladının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem. Sadece aldandılar derim. Aldandılar, ama cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonların masum vatan evladı çekti; hem öldüler, hem de vatandan oldular.” Gerçekten de İttihat ve Terakki Cemiyeti imparatorluğun idaresini ele geçirdiğinde parlamentoya her türden insanı soktu. Ayrılıkçı unsurların hemen hemen hepsi meşrutiyet rejiminde temsil ediliyordu. Bunlardan en ilginç olanı, Ermenilerin de mecliste rol almasıydı. Milliyetçilik dalgasıyla çarpışan Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı’dan kopabilecek unsurlara bile mecliste söz hakkı veriyordu. Bu türden bir demokrasi Osmanlı’ya pahalıya mal olacaktı. İttihat ve Terakki hayalperest politikalarla Osmanlı’yı on yıl içinde tarih sahnesinden defedecekti. Bunlar, tabir-i caizse, anne karnında dokuz ay bekleyemeyen kişilerdi.
II. Abdülhamit’i derinden müteessir eden olaylardan biri, hal tebliğini Sultan’ a iletecek kişilerin isimleriydi. Mecliste yer alan bu isimler şunlardı: Yahudi Emanuel Karasso, Ermeni Aram Efendi, Arnavut Esat Toptani ve Gürcü Arif Hikmet Paşa. ( Tarihimizde Yanlışlıklar Geçidi, s.101 ) II. Abdülhamit’ in yanına gidipte hal fetvasını okuyan zatlar bunlardı. İttihat ve Terakki Osmanlı’yı adım adım ölüme sürüklüyordu. Sultan Abdülhamit’in bu kişilerden rahatsız olduğuna kızı Ayşe’nin hatıratlarında rastlıyoruz: ”…Zararı yok. Milletim masumdur. Bunları tertip edenler sinsi düşmanlarımdır. Fakat Allah âdildir. Bir gün elbet hakikat tecelli eder. Her neyse takdir bu imiş. ” Kaderin cilvesine bakın. Sultan, Emanuel Karasso’yu huzurundan kovmuştu. Şimdiyse, Karasso Sultan’ı defediyordu.
Ermeniler, ne zamandır Osmanlı’dan ayrılmanın planlarını yapıyorlardı, fakat II. Abdülhamit ile bu işin istedikleri gibi olmayacağını anlamışlardı. Akabinde, Sultan’ı devirmek isteyen güçlerle dost oluverdiler. Suikast girişimi planladılar. Bunlara Jön Türkler’in destek verdiği kaynaklarda yazmaktadır. Şair Tevfik Fikret bile ” Bir Lahza-i Teehhür ” ( Bir an Gecikme ) şiirinde “ey şanlı avcı” olarak suikastçı Ermeni teröristi, av olarak ise II. Abdülhamit’i işaret etmektedir. (Tevfik Fikret, Rubab-ı Şikeste) 5 Temmuz 1905 günü Yıldız Sarayı’nda Cuma namazından sonra, düşmanlar emellerinin semeresini alabilmek için pusuya yatmışlardı. Bombalı araba 100 kiloluk dinamit yüklüydü. Tam o sırada Sultan’ın Şeyhülislam Cemalettin Efendi ile iletişime geçmesi teröristlerin hayallerini suya düşürecekti. Saat ayarlı bomba Sultan camide iken patlamış, 23 kişinin ölümüne, 58 kişinin yaralanmasına yol açmıştı. Ermeniler bundan 5 yıl sonra meclise gireceklerdi.
31 Mart vakası olarak tarihe geçen ayaklanma gerçekten söylendiği gibi gerici bir ayaklanma mıydı ve bu ayaklanmayı Sultan mı tertip etmişti? Yazar Süleyman Kocabaş bu sorulara yanıt arıyor. Yazarın araştırmalarına göre, bu ayaklanma Sultan’ı devirmek için hem İttihat ve Terakki üyeleri hem de yabancı mihraklar tarafından planlanmıştı. Olayın Sultan ile hiçbir alakası yoktu. Bu iç ve dış düşmanlar elele verip Sultan’ı devireceklerdi. Bunun için ilk başta Saray Muhafız Birliği olan Hassa Ordusu’nu ele geçirmeye çalıştılar. Bunda başarılı olamayınca Selanik’ten Hareket Ordusu’nu harekete geçirdiler. Avcı Taburları’nın dini hisleri tahrik edilerek, bunlara “Şeriat isteriz.”, “Padişahım çok yaşa.”vs sloganları söylettirdiler. Bu olayla irtica bağlantısı kuruldu ve yapılanların tümü Sultan’ın üzerine yıkıldı. Sultan’a çamur atıldı tabir-i caizse. Sultan bu olayları duyunca büyüklüğünü gösterecek ve tarihe damgasını vuracak sözler sarf edecekti. Ayşe Osmanoğlu’nun Babam Abdülhamit kitabından öğreniyoruz ki, Sultan hazretleri Hassa Ordusu’nun Hareket Ordusu’na bir kurşun bile sıkmasına karşı çıkıyor ve müdahale için kendisinden onay bekleyen Müşir Tahir Paşa’ya.” Paşa, ben kardeş kavgası yolunda kan dökülmesini kat’iyen istemem. Silah patlamasın. Mukadderat ne ise o olacak.” diyor. Sultan’ın hal’inden sonra hatıralarını yazan Jön Türkler 31 Mart vakasının Sultan ile hiçbir alakasının olmadığını belirteceklerdi.( Kitapta bunlar tek tek ele alınmıştır. )
Sonuç olarak, hiçbir zaman devlete hıyanet ettiğini düşünmediğim İttihat ve Terakki, bazı süslü kavramları da arkasına alarak toplumda bir değişime yol açmıştır, fakat ne yazık ki bu değişim onların istediği biçimde cereyan etmemiştir. Konjonktür buna izin vermemiş, bununla birlikte parti üyelerinin gaflet, dalalet ve cehaletleri Osmanlı’nın yıkımını hızlandırmıştır. Bu arada Devlet’i 33 yıl yöneten II. Abdülhamit’e sayısız iftiralar atılmıştır ve bütün suç ona yüklenmiştir. Onun döneminde neredeyse hiç toprak kaybı yaşanmazken, İttihat ve Terakki döneminde Balkanlar’da buhranlar, Trablusgarp’ta isyanlar, I. Dünya Savaşı ile devletin birçok yerinde alevler çıkmıştır. On yıl gibi kısa bir zamanda koca Osmanlı İmparatorluğu toprağa karışmıştır.
Bilgi eksikliğini düzeltmek isterim. Osmanlı imp. İstanbul fetih yılı olan 1453 de İstanbul ve Anadolu’da bulunan gayrimüslimleri hiç bir zaman göç ettirmediler. Sarayda görevlilerin çoğu dönme idiler. Ve hiç sorun yaşamadılar. 1824 e kadar yahudiler ve sonra Ermeniler saray tarafında hep saygı gördüler. Dünyadaki milliyetçilik anlayışı artıkça bizleri bölmek için bu düşünceyi hortlattılar ve böldüler. Osmanlı yıkımı 1800 yıllarında yapılan saraylar ve köşklere harcamaları diş borçlarla yapılması ile yabancılara köleleşmelere neden oldu. Diş borç her zaman TEHLİKELİdir.